30.04.2016
Harutyun Alboyacıyan’ın anlattıklarına göre ergin olmayan çocukları toplayıp Cemal Paşa'nın Türk öksüzler yurduna götürdüler ve Türkleştirdiler. Ona ՛535' soyadı ve 'Şükrü' adı verildi. Ermeni arkadaşı da Enver adını aldı. O yetimhane günlerini anlatıyor.
…Ebeveynimi öldürdüklerinde, beni ve benim gibi ergin olmayan çocukları toplayıp Cemal Paşa'nın Türk öksüzler yurduna götürdüler ve Türkleştirdiler. Benim soyadım '535'ti; adım ise Şükrü'ydü. Ermeni arkadaşım da Enver adını aldı. Bizi sünnet ettiler. Türkçe bilmeyen bir sürü çocuk vardı; onlar Ermeni oldukları anlaşılmasın diye haftalarca konuşmadılar. Eğer çavuşlar bunu duysalardı onları falakaya yatırırlar, tabanlarına 20-30-50 darbe vururlar, veya saatlerce güneĢe bakmaya zorlarlardı. Bize dua ettiriyorlardı; 'Padişahım çok yaşa!' cümlesini üç kere tekrarlamamız gerekiyordu. Bize Türk giysileri giydiriyorlardı: beyaz entari, onun üstüne de siyah cüppe. Bir müdürümüz, birkaç bayan hocamız vardı. Cemal Paşa bize iyi bakılmasını emretmişti; zira o Ermenilerin aklını ve yeteneklerini çok takdir ediyor ve savaşı kazandığı takdirde, binlerce Türkleşmiş Ermeni çocuğun gelecekte kendi halkını yücelteceğine, bizim gelecekte kendisine destek olacağımıza inanıyordu. O amaçla, Cemal Paşa Istanbul‟dan öğretmenler, doktorlar getirtti; zira, bizim öksüzlerin büyük bir bölümü iskorbüte yakalanıp ölmüştü. Ben çok zayıf küçük bir çocuktum.
Bizim yetimhane Beyrut'a yaklaşık yedi mil mesafede, Kilikya yönünde idi. Büyük Cuni Dağı’nın eteklerinde kurulmuştu ve yarı bağımsız bir Fransız kuruluşu olan Antura binasına kadar yayılıyordu. Bu yüzden, Fransız, Ingiliz ve Almanların kendi kolejleri vardı; ama, hepsi de artık geri çekilmişlerdi.
Bizim Türk yetimhanesinde az yiyecek veriyorlardı. Büyük oğlanlar, karavanacılar yemeği dağıtıyorlardı. Bir gün, Gürünlü bir Ermeni çocuk olan o karavanacılardan biri yemekhaneye girerken beni gördü; kolumdan tutup bana Türkçe : 'Şükrü bana bir kemer yapar mısın?' dedi.
Onun karavanacı olduğunu, kendisinin de bana yardımcı olacağını, biraz daha fazla yemek vereceğini düşündüm.
Bizim yetimhane binası eskiden Fransız kolejiymiş. Savaşın başlamasından sonra, Fransızlar çekilmişler. Yanında manastırlar vardı; içinde heykeller, mumyalar, kadife parçaları vs. O Gürünlü çocuk cepleri olan bir kemer yaptırmak için bana o parçalardan getirdi; o ceplerde para saklayacaktı; çünkü, küçük ekmekleri Araplara satıyordu ve parası vardı. Bir gün, Fransızlardan kalan bir şeyler var mı diye bakmak için gece vakti binanın damına çıkmayı düşündüm; babam da demirciydi; görünüşe göre ben de yetenek açısından ona çekmiştim. Dama çıktım; orda çelik tel buldum. Aletim yoktu; aletlerim taşlardan ibaretti; ne iğne vardı, ne de başka bir şey. Bir parça tel kestim; taşa sürterek biledim; ucu sivrildi. Ucunu yassılaştırıp, dövmeyi, katlamayı, sonra da bir cam parçasını katlanan kısma sürtmeyi düşündüm. Baktım ki, bir delik oluştu; çukur oldu. Kırılmış bir kalem ucu arayıp buldum; sert ve sivri bir ucu vardı. Onun yardımıyla delik açtım. Iğnem hazırdı. Artık dikiĢ dikmek mümkündü.
Ama iplik yoktu. Kumaşları söküp, ipliği bir makaraya sarmayı süşündüm. Çöplüğü karıĢtırdım; deri gibi bir muşamba buldum. O Gürünlü çocuk için içinde cepleri olan bir kemer yaptım; çocuk onu çok beğendi. Artık diğer çocuklar da kendileri için kemer yapmamı istiyorlardı. O şekilde yavaş yavaş para kazanıyordum.
Bir gün Cemal Paşa Türkleşen Ermeni öksüzlerinin ne durumda olduklarını görmek için yetimhaneye geldi. Kurban Bayramı mıydı, yoksa Ramazan mıydı, hatırlamıyorum. Öyle günlerde bize iyi yemek, et yemeği veriyorlardı. Bir keresinde Cemal Paşa geldi; beni çağırdılar : “Beş yüz otuz beĢ ġükrü sen değil misin?”
-Evet, benim, dedim.
Arkadaşlarım beni tutup şeref konuklarının bulunduğu yere götürdüler. Cemal Paşa bana sordu : “Oğlum şükrü, ne imal ettin?”
Kendi elimle yaptığım bir çekmece ve bir kemeri gösterdim.
Bana sordu : “Hangi aletlerle yaptın?”
Dedim ki : “Alet yok.”
Cemal Paşa çok şaşırdı. Üzülerek : “Günahtır; dikkat edin, bu hünerli çocuktur” dedi.
Görünüşe göre beni bir yere yerleştirmek istiyordu; ama, artık Arap şerif gelmişti.
Bir sabah zil çalınmadan uyandık; kapılar açılmadı. Sonra, biz kapıları açtık; aşağı indik. Baktık ki, ne bir Türk nöbetçi ne de Türk asker kalmış; bizim memurlardan, müdürlerden, öğretmenlerden kimse yok. Zili çalan yok ki, yemekhaneye gidelim. Bizim yaşı büyük Ermeni öksüzler, çavuşlar Kürt Silo'nun üstüne saldırmış, onu dövüyorlardı. Silo ise manda gibi böğürüyordu; zar zor kurtulup kendini yakındaki ormana attı. Bu, Khoren'e devamlı: “Doksan dokuz Ermeni öldürdüm; şimdi seni de öldürürsem yüz olacak” diyen Silo'ydu. Işte bu, o Kürt serseri Silo'ydu; büyük öksüzler, Beyrut‟un teslim olacağını duyduklarından Türk görevlilerden kimse kalmadığını anlayıp, kendilerini özgür hissederek Silo'ya iyi bir ders verdiler
Yetimhanemiz askeri bir yetimhane olduğu için, özel kuralları vardı. Her sınıf kendi masasının etrafında duracaktı; ama, ne çavuş vardı, ne onbaşı, ne de başçavuş. Hepimiz ayakta durmuş bekliyorduk; masanın üstünde ise ekmek yoktu. Eczacımız Rıza Bey geldi. O rütbeli bir tabip-binbaşıydı; ona üç Ermeni öksüz yardım ediyordu (Arif ve diğerleri) Işte o tabibimiz geldi; masaların arasında gidip geliyordu. Oturmamız için emir verdi. Hepimiz oturduk. O düşünceli bir şekilde gidip gelmeye devam ediyordu. Gelip bizim masamızın çavuşu, Ermeni ama sünnetli olan, Enver'e yaklaştı; ona : “Oğlum Enver, senin Ermeni adın nedir?” diye sordu.
- Toros'tur efendim! diye selam durarak cevap verdi çocuk.
Sonra, diğer sınıfın çavuşuna gitti : “Oğlum Cemal; senin Ermeni ismin ne idi” diye sordu.
- Varta'dır efendim!
Diğerine de gelip sordu. Bütün başçavuşlar ayakta idiler ve kendi Ermeni isimlerini söylediler. Bir dakika sessizlik oldu. Hepimiz bekliyorduk…
O şöyle konuştu: “Bu günden sonra, hepiniz de gene Ermenisiniz”; ve üzgün bir şekilde şöyle devam etti: “Gördüğünüz gibi, bugün bizimkilerden kimse yok; personel yok. Istesem, ben de burda olmayabilir, onlarla birlikte giderdim; ama, gitmemeyi, sizi yalnız bırakmamayı kararlaştırdım. Biraz sonra gelip beni, ellerime kelepçe takıp götürerek esir alabilirler. Ama, ben kaldım; sizi bırakmadım. Sizden rica ediyorum; yanınızdaki Kürtleri rahatsız etmeyin; bugüne kadar birbirinizle nasıl barışık ve huzur içinde yaşadıysanız, hep öyle olun. Ben burda olmayabilirdim. Siz de olmayabilirdiniz…
Kendisi devam etmedi; ama, biz sonradan duyduk ki, eczacı-doktor olarak kendisine hepimizin son yemeğine zehir katmayı önermişler; ama, kendisi o tavsiyeye uymamış.
Ve gerçekten de, Arap şerif‟in gönderdiği kişiler gelip ellerini bağlayarak onu götürdüler. Biz, hepimiz de üzgün ve sessizdik. Onu dışarı götürürlerken bize sadece şunları söyledi :
- Yazık ki, Allah benim yaptığım iyiliklere karşılık vermedi; benim biricik oğlum, Necati'nin gözleri kör oldu; ben ise, sizi kendi çocuklarımın yerine koymuştum.
Verjine Svazlian, Ermeni Soykırımı Hayatta Kalan Görgü Tanıklarının Anlattıkları, Istanbul, 2013, s. 640-643.