«...1914’te babamı Hacı-Habibli Köyü’nden askere aldılar. Genç yaştaki annem üç küçük çocuğuyla dağa tırmanamadı ve bizler kendimizi Arabistan çöllerinde sürgün edilenlerin kafilesinde bulduk. Türk jandarmalarının ellerinde kırbaçlarla geldiklerini, bizi ite kaka Der Zor’a götürdüklerini hatırlıyorum. O kadar dövüyorlardı ki, yaşlı bir adamcağız yere düştü, son nefesini verdi. Daha önce hiç görmediğim kadar çok insan vardı. Her yerden gelen Ermeni vardı: Dörtyol’dan, Hacın’dan, Zeytun’dan, başka yerlerden de Ermenileri getirip oraya yığmışlardı. Orda güneşin altında kaldık. Herkesi Der Zor’a götürdüler. Bizimle birlikte olan dedem oraya gitmedi; zira, oğlu, yani babam Türk Ordusu’nda askerdi. O şekilde, biz Der Zor’a gitmekten kurtulduk. Ondan sonra bizi Homs’a götürdüler. Hükümet’ten emir geldi: “Köpekleri zehirleyin!” diye. Hükümet bu şekilde, Ermenilerin hakkından gelin demek istiyordu; ama, Adana valisiydi Cemal Paşa bize sahip çıktı. O gerçekten de köpekleri zehirletti; Ermenileri ölümden kurtardı; ama: “isimlerinizi değiştireceksiniz; Türk isimleri alacaksınız ki, sizi öldürmesinler” dedi. Cemal Paşa küçükken Ermeni bir kadın tarafından emzirilmiştir, o yüzden Ermenilere iyi gözle bakıyor, diyorlardı. O daha sonra, isimlerimizi değiştirmemiz için bize emir verdi; biri Şükrü oldu, diğeri Ahmet, bir diğeri Hüseyin; başlarına bir şey gelmesin diye, kadınların kızların isimlerini de değiştirdiler. Bu şekilde Ermeni kaldık. Bize: “Sizi Halep’e götüreceğiz” dediler; ama, Halep’e götürmediler; Homs’ta bıraktılar. Orda her taraftan gelen çok insan vardı; güneş kavuruyordu; insanlar yorgan yüzlerini çıkarıp çadır kurmuşlardı; güneş kendilerini kavurmasın diye o çadırların içine sığınmışlardı. Çok sıcaktı. Su yoktu. Tükürdüğünde, tükürük yere ulaşamıyordu.
Varduhi adında küçük bir kız kardeşim vardı; ağlıyor, üzüm istiyordu. Güzel bir kadın olan annem, elini göğsüne vurarak ağlamaya başladı: “Bağımızdaki yaş dallar üzümlerin ağırlığından bükülüyordu; şimdi yavrum üzüm istiyor, veremiyorum” Sonra o küçük kız kardeşim su istedi; ama, su da yoktu. Zavallı, “Su! Su!” diye diye annesinin kucağında öldü... Babamla toprağı biraz kazdık, içine çocuğu koyup, yolumuza devam ettik. Bir yere vardık; o geceyi taşların, kayaların arasında geçirdik. Aramızda birkaç hasta, yaşlı, kör, topal erkek vardı; geri kalanların hepsi kadın ve çocuktu. Bir de baktık ki, Türkler bizi soymaya gelmişler. Dedem orada öldü... Gece yatacak yer olmadığını hatırlıyorum; annem yerde yatmıştı; biz de, yani ben, Khatun ablam annemin saçlarını örüyorduk; onun saçlarıyla oynuyorduk.
Birden bir kadın geldi; geçerken bize bakarak şöyle dedi: “Zavallı masum yavruların anneleri ölmüş, bundan haberleri bile yok!...” Biz çocuktuk; biricik annemizin artık hayatta olmadığını nasıl bilebilirdik. Tanıdığımız olan Margar’ın karısı işlediği oyaları Araplara satardı. Bir Arap kadın ona: “Bana yardım edebilecek küçük br kız yok mu ?” demiş. O Ermeni kadın bana: “Yürü bakayım seni bir Arabın evine götüreyim” dedi. Ben de kalkıp onunla gittim. Zengin, çok iyi kalpli bir kadındı o Arap; eğer öldüyse, Allah rahmet eylesin. O, terziydi; evinde dikiş yapıyordu. Zengin hanımlar eve gelip gidiyor, kahve, sigara içiyorlardı. Ben ise uzaktaki su kuyusundan testiyle su taşıyor, yün eğiriyordum… 5-6 yaşındaydım. Ben orda dört yıl kaldım. Sonra, Alman Homs’u terk ettiğinde, Türk de yenildi; İngiliz ve Fransızlar gelip şehre girdiler. Bir gün gene elimde testiyle kuyunun başında bekliyorum; bir Rum papaz geldi ve bana Arapça sordu: - Ya Benti, enta arman? (Ey kız, sen Ermeni misin?).
Ben de şöyle cevap verdim: Bitım İslam, bıl alim arman, yani: dilim İslam dili, ama kalben Ermeniyim. Bana şöyle karşılık verdi: - Çabuk gel, seni sizinkilerin yanına götüreyim. Ben su dolu testiyi eve götürdüm; ses çıkarmamak için pabuçlarımı çıkardım; yavaşça evden çıkıp papazı takip ettim. Kurban olayım Allah’ıma. Papaz beni Rum Mahallesi’ndeki öksüzler yurduna götürdü; orda pek çok öksüz vardı.
Onların arasında buldum Khatun kız kardeşimi. Onu buldum; sevindik; ama, ben Ermenice konuşmayı unutmuştum; Arapça konuşuyordum. Dilimizi unutmuştum…»
Verjine Svazlian, Ermeni Soykırımı:Hayatta kalan görgü tanıklarının anlattıkları, 294(294), İstanbul, 2013, s. 770-771.